20. yüzyılın anlatısı sinemadır. Çok kısa bir zaman içinde hükmünü tüm kıtalara yaymış, anlatı türünün eski ve saygın ürünlerini bile kendisine ram etmiştir. İnsanın anlatıyı “görmek” iştiyakı, her direnci kırmış, “talep” kendisini herkese dayatmıştır. Üstelik bu süreçte başlangıçta salt eğlence olan bir sektör, evrimi içinde “Yedinci Sanat”lığa terfi etmiştir. Çünkü sinema, her anlatı gibi, öyle ya da böyle insanlık durumuyla yakından ilişkilidir. İnsan ve onun tüm bağıntıları, her zaman sinemanın merkezinde olmuştur. İster üçüncü sınıf bir korku filmi isterse bir sinema klasiği olsun her ikisinde de insana ait bir “öz” vardır. Bu öz, sinemayı vazgeçilmez kılmaktadır. Bu noktada insana dokunan bir sanatın geleneği boşlaması düşünülemez. Çok erken devirlerden itibaren sinemada geleneksel hayatın çeşitli sahnelerinin öyle ya da böyle arzıendam ettiği görülmektedir. Türk sineması da bu gerçeğin dışında kalmamıştır. Hiç ummadığınız bir filmin fonunda bile gerçek hayatın aktığını görürsünüz ki bu Türk sinemasını hayatın gizli bir şahidi kılmaktadır. Öte yandan 1940’lı yıllardan itibaren giderek artan geleneksel ögelerin işlendiği filmler, devirden devire değişen bir gözle yansıtılsa da her zaman önemini korumuştur.